Biz insanlar
sınırlar koymayı çok severiz. Ülkelerin sınırları vardır, bir de sınır
kapıları, dünyamızı o sınır kapıları kadar küçültmeyi severiz. Sonra bir arsa
alırız mesela, hemen etrafını çitle çevirir, sahipliğimizi belli ederiz,
kendimize derme çatma da olsa bir kapıcık yaparız. Sonra o bahçeden dışarı
uzanan dallar, göz hakkı mıdır değil midir üstüne tartışırız. Evlerimiz dört
duvar, sınıflarımız dört duvar, sıralarımız dört köşe… Hep bir mülkiyet hep bir
aidiyet derdimiz var bizim.
Biz insanlar böyleyiz. Eğer gözümüz dışarda ise “Ah şu pasaport derdim olmasa da dünya benim yuvam olsa” deriz, göçmen kuşlara özeniriz. Kuşlar, hala hareket kabiliyetini en az sınırlayabildiğimiz ve başımızı gökyüzüne kaldırdığımız hemen hemen her yerde kolaylıkla görebildiğimiz, duyabildiğimiz, özgür ruhu canlı tutan doğanın yegane parçası bence. Dünyayı yönetenlerin bu özgür ruhu hissetmemizden hazzettiğini de pek sanmıyorum tabii.
Peki diğer
hayvanlar ve bitkiler ne kadar özgür hareket edebilir?
Bir ağacın özgür
hareketi de ne demek canım? Biz değil miydik daha en başında okullarımızda
hayvanlar ve bitkiler arasındaki farkı öğrenirken, “bitkiler kökleriyle
bulundukları yere bağlıdır, yer değiştirmez; hayvanlar serbestçe hareket
edebilir” diye öğrenen.
Düz mantıkla, evet. Bitkiler, kökleri ile bulundukları yere bağlıdır. Peki ya tohumları?
Tohumu da bitkinin kendisi değil midir? Mucizeler
yolundan önce ben de bilmezdim bitkilerin böylesine muazzam hareket kabiliyeti
olduğunu. Tabii ki bu hareketi görebilmek için insan algısından çok daha uzun
zamana bakabilmemiz gerekiyor.
Mucizeler Yolu I
yazısında bahsettiğimiz Anadolu’nun oluşumuna yeniden dönersek eğer, kuzeydeki
ve güneydeki kıtaların sıkıştırması sonucu kırılarak yükselen deniz tabanı,
kuzeyde ve güneyde denize paralel dağları ile Anadolu kara parçasını oluşturmuştu.
“4 milyar yaşındaki dünyanın, 65 milyon yaşındaki kara parçası Anadolu”
demiştik. Peki bu 65 milyon yılda neler olmuş neler?
Bu kayalar ve
taşların oluşumundan sonra, zamanla, ama çoooooook uzun zamanla nehirler,
toprak ve bitkiler oluşmuş. Sonra uzun yıllar ama uzuuuuun yıllar iklim
değişmiş durmuş, defalarca buzul çağları olmuş, yeniden ısınmış, buzul çağları
olmuş, yeniden ısınmış dünya! Bizim
tanıdığımız hatta tanımaya çalıştığımız, bu iklim ve bitki örtüsü var ya sadece
son 10 bin yıllık bitki örtüsüymüş!
Dünyanın bu
defalarca ısınıp soğuması esnasında, bütün bu canlılar yavaş yavaş yaşamlarını
sürdürebilecekleri yerlere doğru hareket ederlermiş. Dünya yavaş yavaş soğumaya
başladı diyelim, soğuk seven bitkiler, yavaş yavaş güneye ya da alçak irtifaya
yani dağ eteklerine inerlermiş. Karda tutunamayacakları için kar tutmayan,
ılıman nehir boylarını kendilerine yol seçerlermiş. Bu şekilde Trakya’dan,
Gürcistan’dan gelen bitkiler yavaş yavaş Kızılırmak, Yeşilırmak ve Sakarya
nehirlerini kullanıp güneye doğru yürümüşler. Böylece Orta Avrupa’nın bitkileri
Orta Anadolu’ya kadar inebilmiş.
Yenice Ormanları |
Havanın ısındığı
zamanlarda da soğuk seven bitkiler bu defa yüksek irtifalara tırmanmış ya da
kuzeye doğru yürümüşler. Mesela buzul çağında Ege’ye sığınan meşenin, yıllık
yürüme hızı 30 metreymiş. Bu meşeler sıcak iklim zamanında da Norveç’e kadar
uzanmış ve burada meşe ormanları oluşturmuşlar.
İnanır mısınız, bugün
bu hareketi gözlemlemek hala mümkün! Doğanın bu muhteşem uyum gücü ile değişen
koşullarda, bu bitkiler ve tohumlar daha önce de yaptıkları gibi vadi içleri
gibi daha nemli ve ılıman yerlere saklanmış, ölçeğini küçültmüş ve uygun koşulların
yeniden oluşmasını bekleyip duruyorlar.
Biz de mucizeler
yolculuğumuzda, yaşam koşullarını zorlamış, varlığını sürdürmek için uygun kıyı
köşe bulmuş ve şimdiki doğal ortamlarından bambaşka yerlerde bizi selamlayan mucizelere
rastladık. İlk önce Karabük Yenice Ormanları’nda uyandığımız vadinin güney
bakısındaki kayalık kısımda, o pürüzsüz, kızıl gövdeleri ile Akdeniz’in eşsiz
sandal ağaçları ile karşılaştık. Vadinin bir yamacında Karadeniz, bir yamacında
Akdeniz can bulmuştu. Bu da buzul çağından önce bu bölgede Akdeniz ikliminin
yaşandığının kanıtı idi. Sonra günler ve yollar akıp gidiyordu, Karadeniz’den
bozkıra, bozkırdan Akdeniz’e doğru ilerlerken bir yamaçta yaprak döken ağaçlarıyla
bir Karadeniz tazeliği göz kırptı bize. Bu da Karadeniz ikliminin bu yamaçlara
kadar ulaştığı zamanlara işaretti. Ne kadar şanslıydık ki bu mucizeleri fark edip
bize gösteren gözler vardı. Ne kadar şanslıyız ki bu mucizelere tanık olduk, zamansız, mekansız, sonsuz ve özgür olduk bir sandal ağacının tohumunda.
Tohumunda hayat bulan canlar / Fotoğraf : Derya Engin |
Evet, birisi
sınır, pasaport, hareketsiz bitkiler falan mı demişti yazının başında?
Oysa öyle derin
bir bilgisi var ki bu doğanın, öyle muazzam, öyle uyumlu ve öyle sınırsız...
Biz insanlar kendimizi doğadan ayırdığımızdan beri çok küçük bir dünyada,
kendimizi çok büyük zannederek yaşar olmuşuz meğerse. Kendimizi doğanın
ritmiyle akışa bırakmak varken, ona müdahale edip koruduğumuzu bile zannetmişiz
zaman zaman. İyi niyetli olsak bile yarattığımız bu sınırlar ne ruhumuza ne de
dünyamıza iyi gelmiyor, maalesef.
Sınırlar bize ve
diğer canlılara neler yapıyor dersiniz? Buradan da zorlu bir yazının konusu
çıkıyor, bakalım ne zamana kısmet J
Nurdan,
Haziran 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder