9 Haziran 2015 Salı

Mucizeler Yolculuğu II / Sınır Tanımayan Doğa


Biz insanlar sınırlar koymayı çok severiz. Ülkelerin sınırları vardır, bir de sınır kapıları, dünyamızı o sınır kapıları kadar küçültmeyi severiz. Sonra bir arsa alırız mesela, hemen etrafını çitle çevirir, sahipliğimizi belli ederiz, kendimize derme çatma da olsa bir kapıcık yaparız. Sonra o bahçeden dışarı uzanan dallar, göz hakkı mıdır değil midir üstüne tartışırız. Evlerimiz dört duvar, sınıflarımız dört duvar, sıralarımız dört köşe… Hep bir mülkiyet hep bir aidiyet derdimiz var bizim.










Biz insanlar böyleyiz. Eğer gözümüz dışarda ise “Ah şu pasaport derdim olmasa da dünya benim yuvam olsa” deriz, göçmen kuşlara özeniriz. Kuşlar, hala hareket kabiliyetini en az sınırlayabildiğimiz ve başımızı gökyüzüne kaldırdığımız hemen hemen her yerde kolaylıkla görebildiğimiz, duyabildiğimiz, özgür ruhu canlı tutan doğanın yegane parçası bence. Dünyayı yönetenlerin bu özgür ruhu hissetmemizden hazzettiğini de pek sanmıyorum tabii.

Peki diğer hayvanlar ve bitkiler ne kadar özgür hareket edebilir? 
Bir ağacın özgür hareketi de ne demek canım? Biz değil miydik daha en başında okullarımızda hayvanlar ve bitkiler arasındaki farkı öğrenirken, “bitkiler kökleriyle bulundukları yere bağlıdır, yer değiştirmez; hayvanlar serbestçe hareket edebilir” diye öğrenen.

Düz mantıkla, evet. Bitkiler, kökleri ile bulundukları yere bağlıdır. Peki ya tohumları? Tohumu da bitkinin kendisi değil midir?  Mucizeler yolundan önce ben de bilmezdim bitkilerin böylesine muazzam hareket kabiliyeti olduğunu. Tabii ki bu hareketi görebilmek için insan algısından çok daha uzun zamana bakabilmemiz gerekiyor.

Mucizeler Yolu I yazısında bahsettiğimiz Anadolu’nun oluşumuna yeniden dönersek eğer, kuzeydeki ve güneydeki kıtaların sıkıştırması sonucu kırılarak yükselen deniz tabanı, kuzeyde ve güneyde denize paralel dağları ile Anadolu kara parçasını oluşturmuştu. “4 milyar yaşındaki dünyanın, 65 milyon yaşındaki kara parçası Anadolu” demiştik. Peki bu 65 milyon yılda neler olmuş neler?

Bu kayalar ve taşların oluşumundan sonra, zamanla, ama çoooooook uzun zamanla nehirler, toprak ve bitkiler oluşmuş. Sonra uzun yıllar ama uzuuuuun yıllar iklim değişmiş durmuş, defalarca buzul çağları olmuş, yeniden ısınmış, buzul çağları olmuş, yeniden ısınmış dünya! Bizim tanıdığımız hatta tanımaya çalıştığımız, bu iklim ve bitki örtüsü var ya sadece son 10 bin yıllık bitki örtüsüymüş!

Dünyanın bu defalarca ısınıp soğuması esnasında, bütün bu canlılar yavaş yavaş yaşamlarını sürdürebilecekleri yerlere doğru hareket ederlermiş. Dünya yavaş yavaş soğumaya başladı diyelim, soğuk seven bitkiler, yavaş yavaş güneye ya da alçak irtifaya yani dağ eteklerine inerlermiş. Karda tutunamayacakları için kar tutmayan, ılıman nehir boylarını kendilerine yol seçerlermiş. Bu şekilde Trakya’dan, Gürcistan’dan gelen bitkiler yavaş yavaş Kızılırmak, Yeşilırmak ve Sakarya nehirlerini kullanıp güneye doğru yürümüşler. Böylece Orta Avrupa’nın bitkileri Orta Anadolu’ya kadar inebilmiş.

Yenice Ormanları
Havanın ısındığı zamanlarda da soğuk seven bitkiler bu defa yüksek irtifalara tırmanmış ya da kuzeye doğru yürümüşler. Mesela buzul çağında Ege’ye sığınan meşenin, yıllık yürüme hızı 30 metreymiş. Bu meşeler sıcak iklim zamanında da Norveç’e kadar uzanmış ve burada meşe ormanları oluşturmuşlar.

İnanır mısınız, bugün bu hareketi gözlemlemek hala mümkün! Doğanın bu muhteşem uyum gücü ile değişen koşullarda, bu bitkiler ve tohumlar daha önce de yaptıkları gibi vadi içleri gibi daha nemli ve ılıman yerlere saklanmış, ölçeğini küçültmüş ve uygun koşulların yeniden oluşmasını bekleyip duruyorlar.

Biz de mucizeler yolculuğumuzda, yaşam koşullarını zorlamış, varlığını sürdürmek için uygun kıyı köşe bulmuş ve şimdiki doğal ortamlarından bambaşka yerlerde bizi selamlayan mucizelere rastladık. İlk önce Karabük Yenice Ormanları’nda uyandığımız vadinin güney bakısındaki kayalık kısımda, o pürüzsüz, kızıl gövdeleri ile Akdeniz’in eşsiz sandal ağaçları ile karşılaştık. Vadinin bir yamacında Karadeniz, bir yamacında Akdeniz can bulmuştu. Bu da buzul çağından önce bu bölgede Akdeniz ikliminin yaşandığının kanıtı idi. Sonra günler ve yollar akıp gidiyordu, Karadeniz’den bozkıra, bozkırdan Akdeniz’e doğru ilerlerken bir yamaçta yaprak döken ağaçlarıyla bir Karadeniz tazeliği göz kırptı bize. Bu da Karadeniz ikliminin bu yamaçlara kadar ulaştığı zamanlara işaretti.  Ne kadar şanslıydık ki bu mucizeleri fark edip bize gösteren gözler vardı. Ne kadar şanslıyız ki bu mucizelere tanık olduk, zamansız, mekansız, sonsuz ve özgür olduk bir sandal ağacının tohumunda.  

Tohumunda hayat bulan canlar / Fotoğraf : Derya Engin
Evet, birisi sınır, pasaport, hareketsiz bitkiler falan mı demişti yazının başında?
Oysa öyle derin bir bilgisi var ki bu doğanın, öyle muazzam, öyle uyumlu ve öyle sınırsız... Biz insanlar kendimizi doğadan ayırdığımızdan beri çok küçük bir dünyada, kendimizi çok büyük zannederek yaşar olmuşuz meğerse. Kendimizi doğanın ritmiyle akışa bırakmak varken, ona müdahale edip koruduğumuzu bile zannetmişiz zaman zaman. İyi niyetli olsak bile yarattığımız bu sınırlar ne ruhumuza ne de dünyamıza iyi gelmiyor, maalesef.

Sınırlar bize ve diğer canlılara neler yapıyor dersiniz? Buradan da zorlu bir yazının konusu çıkıyor, bakalım ne zamana kısmet J

Nurdan,
Haziran 2015

  


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder